Önceki yazımda Şevket Süreyya Aydemir’in 1929’da Ankara’ya ikinci gelişinde bu şehrin onun kalbinde ve zihninde neler hissettirdiğini yazmıştım. 1950 yılı ise Aydemir’in hayal kırıklığı yaşadığı yıldı. Bu hayal kırıklığını Ankara tasviri eşliğinde ondan dinlemek gerekir. Hoş, İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nda da aynı bölgeden bahsedilir ama bu kadar ayrıntı yoktur. Biz Ankara’yı, uzun anlatımlı olandan yani Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim: “Benim hikâyem de artık sona ermektedir. 1950 seçimlerinden sonra bir gün, bir vekiller heyeti kararıyla işimden ayrıldım. Bu kararı öğrendiğim zaman, ilk duyduğum şey, az çok üzüntüyle karışık olsa bile, bir iç rahatlığı oldu. Uzun bir kır yürüyüşü, bana kendi kendime kalmayı sağlayan en eski alışkanlığımdır. Gene şehirden çıkmaya karar verdim. Yenişehir ve Cebeci'yi geçtikten sonra yol, bir taraftan şehitlik duvarları, diğer taraftan şimdi artık terk olunan mezarlıklar arasından geçer. Sonra Mamak-Kayaş vadisini şehirden birtakım kayalıklar ayırır. Buradan geriye bakıldığı zaman şehir, bütün dağınıklığı ile ortaya serilir. Bu kayalıklara vardığım zaman güneş ufka yaslanıyordu. Kale, her zamanki gibi gene her şeye hâkimdi. Bence Ankara demek, biraz da kale demektir. Bu kalenin her halini bilirim. Onu güneş doğarken güneş batarken, ay ışığında yahut da bayram, şenlik günlerinin uydurma ışık oyunları içinde görmüşümdür. Yaz kış veya bahar hallerini tanırım. Bu İstikametten bakılınca kale, gerçi artık eski kale değildir. Ta burçların, bedenlerin dibinden birtakım gecekondu mahalleleri başlıyordu. Bu mahalleler, evvelce kaleyi çeviren ve ona tekliğini ve heybetini veren bütün sahaları kaplayarak, iç içe, tıklım tıklım uzanıp gidiyordu. Bir taraftan Cebeci istikameti, diğer taraftan Bentderesi boğazlarıyla beraber eski Seyran Bağları, bostanlar ve karşı kayalık sırtlar, hep teneke mahalleleri ve gecekondularla dolmuştu. Oyuklar ve kulübeler hatta kale burçlarını ve mezarlıkları bile kaplamıştı. Artık koyulaşmaya başlayan gecekondular âleminin üstünde, bacalardan, çatılardan sızan dumanlar, dalga dalga yayılıyordu. Biraz sonra güneş kayboldu. Derinleşen akşam, siyah örtülerini ufuklara yaydı. Artık kale bile müphem ve şekilsizdi. Zaten eteklerine yapışan bu derme çatma dekorun içinde o, artık eski heybetini kaybetmiş gibiydi. Bu manzara. İçimdeki kasveti daha da derinleştirdi. Mamak köyünü geçip de Kayaş vadisine girince, Elmadağ üzerinden yükselen ay, etrafa sisli aydınlığını yaydı. Güneşin ilk ışıkları beni, Kayaş bendi şelaleciğinin başındaki sıranın üzerinde buldu. Çiftlik artık uyanmıştı. Burası, benim toprağımdır. Ne kadar küçük olsa da buraya ben ‘çiftliğim’ derim. Bir yolun iki tarafında uzanır. Yolun bir tarafını yeşil bir kavaklık duvarı sınırlar. Diğer tarafında karasöğütler dağınık dallarını, yol geçidinin üzerine gererler. Sonra yolun güneyinde gürbüz bir meyve bahçesi başlar. Ayva, elma, Ankara armudu, vişne, kiraz ağaçları burada düzgün diziler halinde sıralanır. Bir tarafta söğütlerle akçaağaçlar arasında kaybolmuş beyaz badanalı, kırmızı kiremitli çiftlik damı görünür. Derelerin, arkların kenarları, birbirine karışmış kavaklar, salkımsöğütlerle örtülüdür. Bu çiftlikte her şeyi ben, kendi elimle yetiştirdim. Kayaş köyü sokaklarını geçince vadi yeniden açıldı. Sessiz, serin bir kır başladı. Nihayet hayal meyal ‘Sarıkayalar’ göründü. Bu kayaların altında yol, bir kuytu geçit gibidir. Yolun bir tarafından başları göklere değen selvi kavakları sıralanır. Diğer yanında ihtiyar karasöğütler dağınık dallarını bu geçidin üzerine yayarlar. Bugün, benim de yeni bir günüm olacaktı. Yeni bir hayat nizamına yönelecektim.”

Editör: TE Bilisim