‘’Küçük olanları hor görme, unutma ki dağlar çakıllardan teşekkül etmiştir’’ ne güzel bir söz. Hayatım boyunca en dikkat ettiğim en hassas yaklaştığım şeylerden biri olmuştur kibir çünkü bilirim ki kibir ve inat, bir kişinin kendini önce mükemmel görmesini sonra da sonunu oluşturur. Her zaman için yarışım kendimledir. Bir başkasını dilinden, dininden, ırkından, mesleğinden, doğup büyüdüğü yerden, maddi durumundan üstün veya hor görmek yapılabilecek en büyük günahtır. Kimin ne zaman ve nerede ne olacağı bilinmez o yüzden siz siz olun birini küçük görmeden evvel her şeyin tersine dönebileceğini, yaşamın boş ve geçici arzular üzerine kurulu olduğunu kendinize hatırlatın. Alıntılamış olduğum hikaye de buna güzel bir örnektir. ‘’Göz alabildiğine uzanan bir sahilde, irili ufaklı sayısız çakıl taşı vardı. Denizin durgun ve havanın kapalı olduğu zamanlarda, bu taşlardan hiç bir ses duyulmazdı. Sadece martıların çığlıkları ve arada bir uzaktan geçen yolcu gemilerinin sesi yankılanırdı. Ama deniz coşup da dalgalar yükselince, neşeleri gelirdi çakılların. İliklerine kadar ıslanıp titremelerine rağmen, şikayet etmezlerdi durumlarından. Çünkü denizin dalgalarıyla yıkandıklarında, soluk yüzlerine renk gelir ve hava bir de açıksa, üzerlerindeki geçici renkler, güneş ışığından ötürü parlamaya başlardı. İşte bu zamanlarda, çeneleri düşerdi çakılların: "Biz gerçekten güzeliz!. diye kasılırlardı. Hem renkliyiz hem parlak." Yaptıkları bu kadarda kalmazdı çakılların. Ara sıra kavga da ederlerdi, "sen küçüksün ben büyük" "ben parlağım, sen soluk" gibi laflarla. Derinlerden gelen ses: "Güzelliğinizle asla övünmeyin!." derdi onlara. "Üstelik o güzellik, başkasına aitse." Çakıllar, bu sese kulak vermez ve renklerini kıyaslar dururlardı. Ama o ses tekrar duyulur ve: "Renkli olmak hüner değildir!." derdi. "O parlaklık ruhunuzdaysa eğer, renksiz olmak zarar vermez sizlere" Çakıllar, kendilerine o güzelliği veren şeyi merak etmedikleri gibi, derinden gelen sese de aldırmazlardı. Gülüp geçerlerdi söylenenlere. Çakılların güzellikleriyle övündükleri bir gün, devlere benzeyen makineler girdi o sahillere. Çelik tekerlekleriyle ezdikleri taşları bin parçaya bölerek. Birbirinden gururlu taşlar, o devlerin pençeleriyle savrulup atıldılar bir yana. Dağ gibi yığılan çakıllardan bazıları, bu sefer "biz üsteyiz, siz altta" diye hor gördüler ezilenleri. Çok kısa bir zamanda, sahilin altı üstüne getirildi adeta. Çakıllar, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, adamlardan sevinç çığlıkları yükselmeye başladı: "Bulduuuuk!." diye bağırıyorlardı hep bir ağızdan. "Bütün çakıllara bedel olan o taşı bulduk!." Çakıllar, bulunan şeyin ne olduğunu merak ettiklerinde, adamların ellerinde renksiz bir taş gördüler. Hepsi dudak bükerek alay etmek üzereyken, o renksiz taş güneş gibi parıldayıp selamladı onları, güneş çoktan batmış olmasına rağmen. Parlak taş, bir kenara atılan çakılların şaşkınlığını fark edince: "Yıllar boyu sizinle konuşan bendim!." diye gülümsedi. "Sizlerden çok daha aşağılarda ve toprak altında idim. Ama içimdeki ışığı hiç kaybetmedim. Ve o ışığı kimden aldığımı bildiğim için de, gururlanmadım. Bu yüzden de sultalara taç olup başlarda, yüzük olup eller üstünde taşındım asırlardır.” Çakıllardan hiç bir cevap gelmedi. Adamlar ise, gece olmasına rağmen, makinelerini başka bir sahile yönlendirdiler. Ay ışığından aldıkları parlaklıkla övünen yassı çakılların bulunduğu karşı sahile....’’

Editör: TE Bilisim