Sanat, yaklaşık 50.000 yıl evvel, şehirler ve uygarlıklardan çok daha önce ortaya çıkmıştı. Picassonun şaşırtıcı bulduğu Lascaux mağaralarındaki duvar resimleri, karbon yaş tayinine göre yaklaşık 17.000 yaşındadır. Günümüzde fotoğrafın icadı sonrasında sanatı ‘güzellik’ gibi muğlak soyut kavramlar temelinde basitçe tanımlayamayız. Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarlık, tiyatro vb. insanda coşku ve hayranlık uyandıran sanatlara “güzel sanatlar” denir. Edebiyat; kelimelerle yapılan bir güzel sanattır. Nazım ve nesir yolundaki bütün eserler edebiyat eseridir. Resim; Yağlı, sulu ya da kuru boyalarla bir zemin üzerine çizgiler çizme ve boyama suretiyle yapılan güzel sanattır. Heykel: tabiatta var olan ya da hayalde canlandırılan varlıkları, taş, çamur, tahta, maden gibi maddeler kullanmak suretiyle üç boyutlu olarak yapma işidir. Mimarlık; İnsanların estetik zevklerine hitap edecek şekilde yapılar yapmaktır. Tarihî olmak özelliğini kazanmış yapılar, camiler, saraylar, bir medeniyetin en güzel eserlerini meydana getirirler. Musiki; Sesleri melodi haline getirme sanatıdır. Tiyatro; bir hikâyenin, sahnede, oyuncular tarafından canlandırılarak, temsil edilmesi sanatıdır. Bugün tiyatro eserleri, sinemalarda, radyolarda, televizyonlarda yer almaktadır. Dans; musikiye uyularak yapılan ritmik hareketlerdir. Sanat bizden önyargılarımızdan kurtulmamızı ve sanat eserlerini deneyimlemenin yolunu aramamızı ister. “Güzel sanatlar”, “güzelliği düşünme” kavramları, güzelliği üreten düşüncenin de “sanat” kavramı içine girdiğini göstermektedir. Alman filozofu Hermann de Keyserling  “Yaşam Sanatı Üzerine” (La philosohie est un art) adlı kitabında “Felsefe bir sanattır” sözüyle başlar. Felsefe bir sanattır, doğru ama edebiyat, resim, heykel, mimarlık gibi güzel sanatlardan değildir. Buradaki “sanat” sözcüğü daha çok “yetenek, incelik, beceriklilik, düşünce” anlamında kullanılmış. Şu hâlde güzelliği düşünme sanatı, “Güzelliğin gönülde tatlandırılması” ya da “güzelliğin tadına varma yeteneği” olarak tanımlanabilir. Sanat eserleri günümüzde, şehir meydanlarında, müzelerde, sanat merkezleri ve sanat galerilerinde sergilenmektedir. Oysa Batı insanı yüzyıllardan beri şehir meydanlarında, müzelerde, hatta kiliselerde resim ve heykeller izleyerek yaşamını sürdürüyor. Batılı insan güzelliği sadece düşünmekle ve sanat eserlerine yansıtmakla kalmıyor, güzellikle birlikte yaşıyor, birlikte nefes alıyor. Sanat yaşamın içinde, sokaklarda, caddelerde, parklarda, metrolarda, kısaca her yerde. Sanata bakış açısı olgunlaşan ve sanata değer veren Batı insanı, Michelangelo’nun Roma’nın Sen Pier Kilisesi’ndeki “Pieta (Şefkat)” heykelini, San Pietro dei Vincoli Kilisesi’ndeki Musa Peygamber heykelini, Floransa’daki çıplak “David” heykelini ya da Bütün Avrupa kentlerindeki park ve müzeleri süsleyen çıplak “Venüs” heykellerini hiçbir ayrım yapmadan aynı bakışla seyrediyor. Çünkü Batı insanı güzelliği düşünme ortamı içinde yetişiyor ve bunu öğreniyor. Uygar insan, müstehcen ile estetiği ayırt edebiliyor. Sanat ve sanat eğitiminde ve sanata değer verme konusunda geçmişten günümüze kısaca baktığımızda, durum pek iç açısı görünmüyor. Bizde devlet eliyle ilk güzel sanatlar öğretimi 1882’de müze müdürü Osman Hamdi Bey’in çabası ile başlatıldı ve bugünkü Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin temeli olan “Sanayii Nefise Mektebi” o tarihte kuruldu. Ondan sonra güzel sanatların resim dalı da gelişip serpildi. Batı dünyasında ün yapan büyük ressamlar yetişti. Resimde böyle ama heykelde aynı hıza ulaşmak kolay değil. Batıda bile yüzyılların akışı içinde, evrensel değerde ün yapmış heykeltraşların sayısı, iki elin parmak sayısı kadar azdır. Bununla birlikte heykelcilik sanatı bizde de gittikçe gelişiyor. Sokaklarımızı süsleyen heykel sayısı parmakla sayılacak kadar az olsa da özellikle genç Cumhuriyet’in Atatürk döneminde başkent sokaklarını heykel ve kabartmalarla süslediği gururla söyleyebiliriz. Başta Atatürk heykelleri olmak üzere her şehrimizde “Atatürk Heykeli”nin bulunduğu meydan, bulvarların ve semtlerin o heykelin adıyla anılması önemli bir şehircilik atılımı olsa gerek. Önemli randevularını Ulus’taki Atatürk Heykeli civarında veren Ankaralıların “Atatürk Heykeli”ni âdeta her gün ziyaret edilmesi gereken bir sanat eseri olarak gördüğünü kanıtlıyor. Bir şehri heykellerle donattığımızda şehir insanı, canlı objelermişçesine onlarla birlikte vakit geçirmek, yaşamlarında ve fotoğraf karelerinde yer vermek istiyor. Sanat geçmişimize baktığımızda din kurallarının güzel sanatların en önemli dallarına sırt çevirmemize neden olduğu görülüyor. Tarihimizde bir tek büyük padişah çıkmış, İtalya’dan ressam çağırtarak kendi resmini yaptırmış ve sarayını değerli tablolarla süslemiş. Ama onun oğlu II. Beyazıt tahta çıkınca o güzelim sanat yapıtlarını uzaklaştırmış saraydan. Büyük bir vezir, bugünkü Sultan Ahmet Meydanı’nı insan heykelleri ile donatmış. Ne yazık ki onun öldürülmesine yol açan yobazlar, bu heykelleri darmadağın etmişler. Aradan 300 yıl geçtikten sonra bir padişah, II. Mahmut, kendi resmini bazı devlet dairelerine astırmış. Bu yenilikçi hükümdar, Onu da “Gavur padişah” diye anılmış. Eğer Fatih Sultan Mehmet ve Damat İbrahim Paşa’nın açtığı güzel sanat çığırı günümüze dek sürseydi, mimarlık, hattatlık, süsleme, kakmacılık, minyatür alanlarında ölmez sanat yapıtları meydana koyan Türkler, resim ve heykel alanlarında ne şaheserler yaratmazlardı ki… Gelecek nesillerimizi güzellik üzerine düşünme ve uygulama konusunda eğitmek ve yeni imkânlar tanımak uygar bir toplumun gereğidir. Çünkü doğa ve insan sevgisini ancak güzel sanatlar yoluyla aktarabiliriz. Behçet Necatigil’in “Kır Şarkısı” şiirinin şu canlı dizelerine kulak verelim: “Tam otların sarardığı zamanlar Yüzükoyun yere uzanıyorum Toprakta bir telâş bir telâş Karıncalar öteden beri dostum.”
Editör: TE Bilisim