“Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti. Fakat bir ses ona: Daha derinlere in, daha derinlere! dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu.” Rama Krişma Bu cümleleri ilk kez Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” kitabının girişinde okumuştum. O günden beri ne zaman yeis (umutsuzluktan doğan karamsarlık) içine düşsem bu sözler aklıma gelir. Kendimi toprağı kazmak ve suyu bulmak için motive ederim. Şevket Süreyya Aydemir’in bu kitabı oldukça enteresan ve bir o kadar da bilgi dolu bir kitap. Türkçeye olağanüstü hâkimiyeti nedeniyle okurken sıkılmadan bir dönemin tarihi film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor. Peki, ne anlatıyor? Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbi’nde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan'ı kurmak yolunda Kafkas, Hazar ülkelerine koşan bir Türk gencinin hikâyesi. Şevket Süreyya Aydemir; Rusya'da, Sovyet İnkılabı cereyan ederken, aralarında Enver Paşa’nın da bulunduğu önemli şahsiyetlerle karşılaşıyor. Rusya'da tahsilini tamamlayarak memleketine dönüyor ve hayatın acı, tatlı çeşitli olaylarını yaşıyor. Sonra devletin yüksek hizmet mevkilerinde çalışan Şevket Süreyya Aydemir'in hayat hikâyesi, Orta Anadolu bozkırında bir "toprağa yöneliş"le bitiyor. Şevket Süreyya Aydemir’in, Türkiye'nin dününü, bugününü ve yarınını anlattığı ve 1959'da tamamladığı otobiyografik eseri "Suyu Arayan Adam"da yüzyılımızın, Avrupa'dan Çin'e ve Himalayalara kadar uzanan çeşitli problemlerini yer alıyor. Kitaptan birkaç bölüm aktaralım: “1923 sonunda eski bir vapurla İstanbul'a dönüyordum. Hâlbuki sonra ne oldu? Şüpheler, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar... İstanbul'u ne kadar yadırgadım. Kendimi ne kadar yabancı buldum... İstanbul bana yarı sömürge bir şehir gibi geliyordu. Gündüzleri bir ilkokulda hocalık yapıyordum. Dr. Şefik Hüsnü ile Sadrettin Celal'in çıkardığı Aydınlık dergisinde de yazılar yazıyordum. Tam bu sırada Ankara'dan gelen bir emirle dergimiz kapandı. Birkaç gün sonra tutuklandım. İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak, on yıl hapse mahkûm oldum. 1,5 yıl yattıktan sonra cezam affedildi. İkinci defa tutuklandım. Bu sefer mahkemenin benim için istediği ceza idamdı. Dava aylarca sürdü. Sonunda beraat ettim. Anadolu'da çalışmak amacıyla Ankara'ya gittim. Maarif Vekâleti’nde Yüksek Teknik Öğretim Umum Müdürü'ne muavinlik yapacaktım. Ayrıca ekonomik bir araştırma raporu hazırladım. Raporun konusu bir tedavül bankasının kurulmasıyla ilgiliydi. Ankara gece gündüz çalışıyordu. Ben de inkılap rüzgârına kapılmıştım. Çankaya'daki basit bağ köşkünde genç ve dinamik bir insan yaşıyordu. Ondan taşan dinamizm bu kıraç ve harap ülkeye durmadan yayılıyordu. Kazmalar, küreklerle dağlar deliniyor, tüneller açılıyordu. Ele geçen bir parça demir, bir parça çimentoyla okullar, hastaneler yapılıyordu. 1950 seçimlerinden sonra ise vekiller heyeti kararıyla işimden ayrıldım. Artık bir emekliydim. Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su belki de buydu... Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.”