21. yüzyılın “Vebası” kanser bilinir ama bir başka veba daha var aslında: Alzheimer… Neurology adlı dergide 2000’lerin ortalarında, “Annem ve Ben” (Mom and Me) başlıklı bir makale yayımlanmıştı. Bu makale, Alzheimer konusunda esaslı bir araştırmadan söz ediyordu. Araştırmaya göre, anneleri Alzheimer hastalığına yakalanan çocukların beyin metabolizmalarında aynı bozukluk belirtileri görülebiliyor ancak çocuklar, bilişsel olarak zarar görmüyorlardı. Buna göre hâlihazırda herhangi bir belirti görülmemesine rağmen, beyinlerinin ileride Alzheimer’e yakalanma yolunda olduğu sonucuna varılıyordu. Ne var ki babaları Alzheimer hastası olan çocuklara bakıldığında ise beyinlerinin gayet güzel işlediği görülüyordu. Bu durum karşısında araştırmacılar, mitokondri (hücrelerin güç merkezleri) annenin genetik mirası olduğundan, Alzheimer hastalığının aslında mitokondride görülen bir hastalık olduğuna ikna olmuşlardı. İyi bir bilimsel çözümleme olmanın ötesinde bunun başka anlamları da vardı. Evet, pek çok insanın bu hastalıkla ilgili tecrübesi vardır. Kiminin bir yakını bu hastalığın pençesine düşmüştür kimi de böyle bir hastaya bakan arkadaşlarından, dostlarından, yaşadıklarını dinlemiştir. Benim de yakın dostlarımın ailelerinde bu hastalıktan mustarip insanlar oldu. Gazetelerde televizyonlarda hemen hemen altı ayda bir “Alzheimer çözüldü” haberleri okumamıza, izlememize rağmen, bu illet çözülmüyor. Ben de kendi kendime sürekli olarak ‘neden çözüm bulunamıyor’ sorusunu sorardım. Ta ki Jay Ingram’ın 2017’de TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları arasından çıkan “Belleğin Tükenişi/Yaşlanmanın ve Alzheimer Hastalığının Doğal Tarihi”  isimli kitapla karşılaşana kadar. Öncelikle şunu belirteyim, Ingram’ın kitabı, hastalık üzerine bakım önerileri, beslenme tarifleri ya da kişisel tecrübeler değil. Aksine cevap aranan sorular, hastalık neden kaynaklanıyor? Sebebi ne? Yaşlanmanın doğal bir sonucu mu? Onunla nasıl başa çıkabiliriz? Bu kitabı okuduğunuzda, Alzheimer ile ilgili zihninizdeki birçok soruya da yanıt buluyorsunuz. Çünkü Alzheimer hastalığının ardındaki bilimsel sebepler oldukça karmaşık ve çok zorlayıcı. Herhangi tıbbi bir başka gizemli olgu kadar hayret verici olmanın ötesinde benzersiz bir niteliğe sahip. Hastalığın yaşattığı duygusal yorgunluk ve dünya çapında Alzheimer hastalarının sayısındaki artış ile bunun sağlık hizmetleri üzerinde yarattığı muazzam yük, Alzheimer konusunda çalışan bilim insanlarının omuzlarında bir an önce bir tedavi yöntemi geliştirme açısından baskı oluşturuyor. Ne var ki aslında bu hastalık yalnızca yirmi birinci yüzyıla özgü değil. Alois Alzheimer’in adının bu hastalıkla birlikte anılmaya başlamasından çok önce de tıp dünyası demans (bunama) konusunun farkındaydı ve bu hastalığı da bugün bizlere aşina gelen biçimde tanımlıyordu. Bu hastalığa, “Alzheimer Hastalığı” adının verilmesi, yüz yıl kadar önceydi. O zamanlar bu adlandırma kısa süreli bir heyecan yaratsa da bunun gerçek anlamda bir hastalık olarak tanımlanması 1970’lerin ortasını buldu. Öncesinde bu durum, yaşlılığın doğal seyrinin bir sonucu olarak değerlendiriliyordu. Peki, bizler konunun neresindeyiz ve canavar aslında ne? İşte bu kitap, bu konuları ele alıyor. Kitaptaki ilk bölüm, bir adım geriye giderek geçmişte insanların yaşlanma ve ölüm hakkında neler düşündüklerine yer veriyor. Günümüzde Alzheimer’den korkmamıza karşın eskiden bu, bazıları için yaşlanmanın olağan bir sonucundan ibaretti. Kitabın ikinci ve üçüncü bölümleri, ilk Alzheimer hastası olan August Deter’den başlayarak Alzheimer hastalığının başlangıcının öyküsünü anlatıyor. Sessiz geçen onlarca yılın ardından Alzheimer’in sonunda dünya çapında bir tehlike olarak kabul edildiği 1970’li yıllara kadar geliniyor. Bu arada belirteyim, hastalığın adının Alzheimer ile anılmasının da çok ilginç bir hikâyesi var. Kitabın dördüncü bölümünde demansa, epey az rastlanan bir yaklaşım olarak hem içeriden ve hem de dışarıdan bakılıyor. Her iki durumda da “hasta” Jonathan Swift. Beşinci bölümde başka biriyle tanışıyorsunuz: Abraham Trembley... Trembley, “ölümsüz” hidrası ile herkesin dikkatini üzerine çekmiş dahi bir bilim insanıydı ve yaşlanmanın biyolojisiyle ilgili çalışmaları başlatan kişiydi. Bu tanışıklıktan sonra bir sonraki bölümde, son 175 yıl içinde insanların yaşam beklentisindeki şaşırtıcı artış olgusuna ve James Fries’in, “morbidite sıkışması” kuramına yakından göz atılıyor. Yedinci ve Sekizinci bölümler ise aslında birbirini tamamlıyor. Bunlardan ilki, beyinde doğal yaşlanma sonucunda yani (bu iki durumun tamamıyla farklı olduğunu varsayarsak) bunama olmadan sağlıklı yaşlanma koşulları altında neler olduğu hakkında. Sekizinci Bölüm’de ise Alzheimer araştırmaları laboratuvarına dönülüyor ve araştırmacının gözüyle bakarak August Dieter’in beyninde neler gördüğünü anlamaya çalışılıyor. Böyle bir beyni normal olarak yaşlanan bir beyinden ayıran ve halen Alzheimer tanısında en önde gelen nitelikler olan (“plaklar” ve “düğümler” adı verilen) farklılıkları ele alınıyor. Bunlar, araştırmacının mikroskobunda gördüğü, Alzheimer hastalığının önde gelen belirtileriydi ve günümüzde de hastalıkla ilgili egemen görüş işte tam bunlar. Dokuzuncu Bölüm ise benim kitapta altını çize çize okuduğum ve en sevdiğim bölüm.  Bu bölümde yazar, Rahibe Araştırması’na yer veriyor. Uzun vadeli bir araştırma olarak son derecede parlak bir fikir çünkü bu araştırma. Ayrıca sonuçları, Alzheimer’in çok karmaşık bir hastalık olduğunu açıklamasından dolayı oldukça önemli. Öte yandan, ilk bakışta basit gibi görünen “beyinde plaklar varsa o zaman hastada Alzheimer vardır” şeklindeki yaklaşımın doğru olmadığını da açığa çıkıyor. Çünkü kamçı gibi keskin zekâlı, tamamıyla sağlıklı pek çok yaşlının beyninin aslında plaklarla dolu olduğu görülüyor. Rahibe Araştırması’ndan çıkan en hayret verici sonuçlardan biri de yirmili yaşların başındaki pek çok genç hekimin arasından hangilerinin altmış yıl sonra Alzheimer hastalığına yakalanacağını şaşırtıcı bir kesinlikle bilmesi. Rahibe Araştırması, hastalığı tanımamız açısından muazzam bir katkı sağlıyor. Ama korkmayın, Rahibe Araştırması’nın önemi, Onuncu Bölümde içimizi az da olsa rahatlatıyor. Çünkü görünüşte önü alınamayacakmış gibi görünen Alzheimer’in beyinde ilerleyişinin, beynin “yedek gücü” adını verdiğimiz bir dirençle önlendiği anlatılıyor. Bir sonraki bölümde bu konu daha ayrıntılı inceleniyor. Beyinde nöronların nerede çökmeye başlayacağı ve plaklar ile düğümlerin nasıl bu ilk bölgeden sinsice her yöne yayılacağı hakkında pek çok şey biliniyor. Buna karşın, Rahibe Araştırması kapsamında uygulanan beyin otopsileri, pek çok aklı başında rahibenin öldüklerinde beyinlerinde plakların ve düğümlerin bulunduğunu ortaya koyuyor. Bu gözlem, başka araştırmalardan elde edilen sonuçlarla birleştirildiğinde, beynin yedek gücü kavramının yerleşmesine yol açıyor. Bu aslında kimi bireyleri bunamadan koruyan gizemli bir güç ve beynin yedek gücünün oluşumunu etkileyen etmenleri içeren uzun bir liste bulunuyor. Bu liste önemli ancak kesinleştirilmesi için henüz erken olan ve takip edilmesi gereken bir konu olduğu vurgusu da yapılıyor. Alzheimer hastalığının genetiği ile ilgili çalışmalar halen emekleme evresinde ama yine de Alzheimer hastalığının erken ya da geç ortaya çıkmasında bazı genlerin etkili oldukları anlaşılıyor ve bu konuda zaman geçtikçe yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Ancak ne yazık ki şimdilerde herhangi bir önleme ya da tedavi yöntemi mevcut değil. Klinik deneyler sürdürülüyor, birtakım yeni bilgiler elde edilmiş olsa da bunların çoğundan –en azından bugüne kadar– olumlu bir sonuç alınamadı. Alzheimer hastalığı, büyük olasılıkla toplam bunama vakalarının yüzde 75’ini temsil etse de bunamanın tek sebebi değil. Bu vakaların çoğu bazı kötü proteinlerin etkisiyle bir tema üzerinde değişimler şeklinde görülüyor. Deli dana hastalığında rastlanan salgın prionlar durumunda olduğu gibi bu proteinler, beynin belirli bölgelerinde yoğunlaşıp o bölgeleri kontrol altına alıyor. Ancak bunların arasında en şaşırtıcı ve belki de en bilimsel açıdan ilginç olanı, Guam Adası’nda rastlanılan bir tür gizemli bunama biçimi. Acaba burada rastlanan bunama biçimi beslenme yoluyla alınan zehirlerle mi ilgilidir? Bu zehirler, yarasaların yenilmesiyle mi alınır? Bu konu da hâlâ araştırılıyor. Tam bu noktada kitap, nerede yaşadığınız ve ne yediğiniz konusuna odaklanıyor. Anlaşılacağı üzere, “bunama engelleyici” besinler ve beslenme konusunda her türlü örneği göz önüne alarak önerilerde bulunmak açıkçası olanaksız. Bu açıdan aslında pek çok öngörü bulunuyor ve bunların faydasıyla ilgili kanıtlar da dağınık ve kıt. Ancak bunlardan ikisi, üzerinde durulmaya değer nitelikte. Bunlardan biri, Hindistan’da karşılaşılan çok düşük bunama oranının nedeninin orada tüketilen Hint safranına (zerdeçal) bağlı olması olasılığı. Öte yandan çok yüksek şeker içeren beslenmenin de Alzheimer açısından iyi olmadığı ile ilgili de tartışılmaz kanıtlar var. Bu kanıt, günümüzde Alzheimer’in sebebi olması açısından o kadar büyük bir öneme sahiptir ki bazıları bu hastalığı bu nedenle “tip 3 diyabet” olarak da tanımlıyor. Kitap öyle istatistikler, anlaşılmaz tıbbi terimler kullanılmıyor. Her düzeyde okurun rahatça okuyup anlayacağı, elinden bırakmasının da zor olduğu bir kitap. Öğrenilecek birçok bilgi ise cabası. Dikkat, eğitim, bu hastalık önündeki en büyük ilaçlardan biri gibi duruyor. Şu sıralarda süren bazı küçük çaplı araştırmalara göre kimi yerlerde, özellikle Avrupa’da bunamanın oluşumunda azalma görülüyor. O nedenle çok okumak gerekiyor.

Editör: TE Bilisim